8 Ekim 2011 Cumartesi

2001: A Space Odyssey (1968) Bölüm 2

              
2001: A Space Odyssey (1968) yazısının ikinci bölümü...

Filmin süresi boyunca asıl dramatik gerilim de Hal’in insan yaratıcısı karşındaki emre itaatsizliğinden sonra başlar. Büyük bir cür'et, insanoğlunun en büyük korkularından biri gerçekleşmiştir; makinenin başına buyrukuluğu. İnsanlığın Şafağı bölümünde maymunun kemiğe vurarak yarattığı filmin en unutulmaz sahnesinin yanına, astronotun sadece bir tornavidayla hükmedemediği bilgisayarın hafızasını oluşturan mekanizmayı tek tek sökmesi eklenir. Mary Shelley’nin sinemaya onlarca kez uyarlandığı insanoğlunu kendi mutluluğu için yarattığı canavar Frankenstein’ın korkutucu öyküsünden de farksızdır görüntülerdeki HAL’in merhamet dilemeleri. Kubrick, klasik müziğin hakimiyetinde, geniş açı ve uzun planla görsel estetik sunduğu filmin geneline nazaran, kara film türünün estetiğinden de yararlanarak HAL’in öldürülmesine giden yolu çarpık, alttan ve üsten çektiği açılarla anlatmayı seçer. HAL’in bellekleri yerinden çıkartılırken söylediği “Papatya (Daisy), döndüm mecnuna sırf senin aşkından. “ şarkısı akıllara Freud’un ünlü Oidipus Kompleksi çağrışımını getirir annesi insanoğlu olduğu hatırlandığında. İnsanın kendi türü arasındaki çekişme, üstünlük kurma iç güdüsü kendi zekasından yaratılmış makineye karşı döner… Evrim bir daha işlemiştir.
HAL’in devre dışı kalması ile, kendinden saklanan bilgiye ulaşan astronot asıl görevlerinin Ay’daki monolitin, Jüpiter’e gönderdiği sinyallerin yerini ve kim tarafından gönderildiği araştırmak olduğunu öğrenmesinden sonra “Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi”si episoduna geçilir. Kısacası ışık huzmeleri arasında hareket etme serüvenidir bu. Filmin yapım sürecine giden her departmanda Kubrick’in dokunuşu, görsel efektlerin yapımına da değer. Hatta filmdeki efektlerin yöneticisi ve hazırlayanı da olduğundan, kendisine ömrü hayatı boyuna verilen tek Oscar’ın 2001 ile kazandığı Görsel Efekt heykelciğiyle sınırlı kalması da sinemaya kazandırdıklarıyla efsane olan bir yönetmenin hak etmediği bir sonuçtur. Kubrick’in hazırladığı ışık huzmeleri arasındaki on dakikalık sadece müziğin eşliğindeki keşfedilmeyene yolculuk, 1968’in dönemsel şartlarına uygun çok renkli, kaotik ve uyuşturucu kullananların gördüğü renkli rüyalardan da farksızdır. (Bknz: Enter the Void (2009) . Enter the Void’in yönetmeni Gaspar Noe’nin, Irreversible (2002) filmin sonunda 2001’e selam çakmasını da hatırlayalım. )
forum resmi
Dönemindeki ve sonralarda izleyenlerin aklını asıl karıştıran bölümler filmin renk paletleri arasında dolanışıyla start alır. “Işık hızına mı ulaştı?” “Cenin nedir?” sorularıyla Kubrick’i soru yağmuruna tutan izleyiciye yönetmenin tek söylediği şudur “Eğer Leonardo, tablonun altına “Hanımefendi gülümsüyor çünkü aşığından bir sır saklıyor” yazsaydı Mona Lisa nasıl bu kadar kıymetli olurdu? Bu görenleri resmin gerçekçiliğine bağlayan bir şey olurdu ve ben bunun 2001’e olmasını istemem” Kubrick, seyirciye dayatmalara karşıydı ve hangisini uygun görürse kendine biçtiği payı özgürce kabullenmesini sağlamak için filmin sonunu görüntülerle vermeyi uygun gördü. Gösterildiği yıl François Truffaut’un “sıkıcı”, bazı eleştirmenlerin de Truffaut gibi düşünmüşlüğü değerini yıpratmadı gibi yıllar sonra hakkı gerçek anlamda teslim edilen bir şahesere dönüşüm geçirdi. Tek cümleyle ifade edeceksek: Peliküle işlenmiş görüntülerin tamamı zamanının ötesinde bir anlatıydı.

Kubrick’in ve Clark’ın daha senaryo aşamasındayken sadece bilimin temelleri üzerine yükselmesini istemesi filmin sonundaki sessizliğin ve beyazın hakimiyetinde hazırlanmış sürreal oda sahnesiyle de açıkça görülür. Beyaz rengin adı konulamamış ürkütücülüğü, insanın en büyük korkusunun yani nasıl öleceğini bilme gizeminden başkası değildir. Çeşitli spekülasyonlar yapılanlar filmin sonunu, beyaz odaya geçiş sahnesini ve astronotun yaş değişiminin başlangıç sürecini iki farklı okumayla anlatmaya çalışırsak. İlki, son astronot, kara delik işlevi gören son monolitinin içinden geçerek yaşlanıncaya, ta ki cenin oluncaya kadar yol almayı sürdürür; beyaz oda da hayatını tamamlayışını seyirciye göstermek için hazırlanmış zamandan ve mekandan bağımsız bir ortam amacı güder. İkinci yorum ise, insanlığın ussal ve teknolojik gelişimini simgeleyen monolite ulaşan astronotun tek bir görevi kalmıştır, o da Jüpiter’den gelen sinyalin konumunu ve “ne” tarafından gönderildiğini belirlemek. Bindiği modülün içerisinde, Jüpiter’in atmosferini oluşturan hidrojen ve helyumdan oluşan çeşitli gaz bulut katmanları arasında (filmde değişen mor-sarı-kırmızı renklerin anlamı…) yol almayı sürdürürken Jüpiter gezegenin bir bölümünde iner veya indirilir. Film boyunca monolitleri kim koydu sorusunun cevabı da işte tam burada yanıtlanır: Kubrick ve Clarke, inandıkları ama bilimsel yöntemlerle kanıtlanmayan Dünya dışı yaşam formlarının biçimlerini kendi uydurmalarının ötesine geçemeyeceğini hatta komik düşeceğini anladıklarından, göstermeyip fakat filmin geneline vurdukları fırça darbeleriyle insan dışı formu filmin genelinde hissettirir.
forum resmi

Başka yaşam formlarının açıkça gösterilmemesinin sebebiyle birlikte bir diğer yeniliği ardından gelecek bilimkurgu senaryolarına da böylece iliştirir: Günümüz dizilerinin ve filmlerinin seyirciye yeni diye sundukları paralel evrenler teorisini Kubrick ve Clark 60’ların ortasında işlemiş ve buna reenkarnasyonu da katarak, zaman içinde özünün çözülebileceği bir senaryo ortaya çıkarmayı daha uygun görmüşlerdir. Böylelikle beyazın hakim olduğu, bir yatağın ve tabloların görüldüğü oda, gerçeküstücülüğün zirve yaptığı anın ve paralel evren teorisinin sinema filmlerinden ilk uygulanışlarından biri belki de öncüsü konumunda bulunur. Burada Kubrick ve Clarke, yaşlanıncaya kadar kalan astronotun yeniden doğuşunu anlatmak için maymunlar bölümünde yaptığı gibi kesmeleri tekrardan devreye sokarak; insanın ölümünde film şeridi gibi geçtiği söylenen anılarını paralel evren teorisiyle destekler ve bunun içerisine İsa’nın son yemeği ve çarmıhtan önce ruhunun kurtuluşuna atfen hazırlanmış insanın son yemeği ve Nietzsche’nin Üstüninsan’ını (Übermensch) dünyaya giden cenin aracılığıyla senaryonun içine emdirirler. Böylelikle, ilk tabletten başlayarak gelişen insan aklının ve kendisinin milyonlarca yıl süren evrimi Üstüninsan’ın çıkışıyla tamamlanmış, ceninin ilk indirilen monolit gibi tekrardan mavi gezegene yol aldırılması ve filmde gösterilmeyen gelişimi yeni bir döngünün de ilk ayak seslerinden başkası değildir.

Filmin geneline sinen hipnotize edici kaydırmalı uzun planlar, klasik müziğin güçlü notalarını sıkça kendisine destek edinir. Bunlara ilaven, Kubrick’in seyirciyi insan karakterlerle özdeşleştirmeyen farklı açılardan çekimi, insanlığın zaman içinde işleyen değişim süreci, İnsanlığın Şafağı bölümünde maymunun kemiği havaya atarak benzer şekildeki milyonlarca yıl ilerdeki uzay aracına dönüşen -iki kurgu yöntemine de uyan- eşleşmeli kesmesi (match cut) veya sıçramalı kesmesi (jump cut) günümüzden bakılınca ardından gelen filmlere sunduğu paha biçilmez hazinelerden bazılarıdır. 2001’in gösteriminin ardından gelen olumlu veya olumsuz eleştiriler sonucunda bıkan Arthur Clarke’ın, şimdilerde gülünç kalan sözüyle yazının son noktasını koyalım: “Film bundan birkaç yıl sonra muhtemelen insanlara demode gelecek ve bütün o tantananın nedeni neydi diye soracaklar.”

2001: A Space Odyssey (1968) - IMDB

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder